Çevir:
İNSAN KALABİLMEK İÇİN…
Vietnam savaşı döneminde bir adam her gün beyaz sarayın önüne gelip elinde tek mumla savaşı protesto ediyordu. Bir gün muhabirin biri adama sorar : ‘bu küçük protesto'nun herhangi bir şey değiştirebileceğini düşünüyor musun? ’Adam da yanıt verir. Hayır buraya onları değiştirmek için gelmiyorum ki buraya on
İNSAN KALABİLMEK İÇİN…
Vietnam savaşı döneminde bir adam her gün beyaz sarayın önüne gelip elinde tek mumla savaşı protesto ediyordu. Bir gün muhabirin biri adama sorar : ‘bu küçük protesto'nun herhangi bir şey değiştirebileceğini düşünüyor musun? ’Adam da yanıt verir. Hayır buraya onları değiştirmek için gelmiyorum ki buraya onlar beni değiştirmesin diye geliyorum. Süregelen bu delirtici katliamın insanlığımı aşındırmasına izin vermeyeceğim. Hakikatin ne olduğunu biliyorum ve bunu söylemeye devam edeceğim, insan kalabilmek için her gün bu küçük görevimi yapmaya devam edeceğim. Ayık ve merhametli olabilmek için ki dünya insanlığımı tüketmesin diye cevap verir.
……
Herhangi bir çatışmada çocuklar da dahil olmak üzere sivillerin hayatını kaybetmesi, ahlaki, etik ve insani soruları gündeme getiren trajik ve derinden endişe verici bir konudur. Bu tür durumları empati, anlayış ve insan hakları ile uluslararası insancıl hukuku destekleme taahhüdü ile ele almak önemlidir. Sivillerin ve çocukların öldürülmesinin mazur görülmesi veya haklı gösterilmesi etik açıdan kabul edilemez. Herhangi bir çatışma durumunda muharip olmayanların zarar görmesini önlemek ve askeri hedefler ile siviller arasında orantılılık ve ayrımcılık ilkelerini korumak için her türlü çaba gösterilmelidir. İsrail-Filistin çatışmasının, şiddet ve insani acı döngüsüne yol açan tarihi, siyasi, bölgesel ve dini karmaşıklıklar içerdiğini belirtmek önemlidir. Çatışmanın nedenleri ve çözümlerine ilişkin tartışmalar genellikle derin ve farklı bakış açılarını içermektedir. Tam bu noktada konunun geçmişini inceleyen okumalar yapma gereği duydum. Araştırmalarımda vaat edilmiş toprakları(!) incelemeye çalıştım.
Yahudi halkına "vaat edilmiş topraklar" fikri, dini ve tarihi anlatılarda derin köklere sahipti. Yahudi inancında Vaat Edilmiş Topraklar kavramı, Tanrı ile Kutsal Kitap figürü Hz. İbrahim arasındaki antlaşmayla ilişkilendirilmektedir. İbranice Kutsal Kitap'a göre, Tanrı Hz.İbrahim'e ve onun soyundan gelenlere mirasları olacak bir toprak vaat etmiştir. Vaat Edilmiş Topraklar olarak anılan belirli topraklar genellikle günümüz İsrail'ini ve Filistin'in bazı kısımlarını içeren bölgeyle özdeşleştirilir. Bu tarihi ve dini anlatı, tarih boyunca Yahudi kimliğinde ve Yahudi diasporasında önemli bir rol oynamıştır. Modern bağlamda İsrail Devleti, Birleşmiş Milletler'in Filistin'i ayrı Yahudi ve Arap devletlerine bölme kararının ardından 1948 yılında kurulmuştur. Bu kararda bölgeyle olan tarihi ve dini bağlar ile Yahudi topluluklarının özellikle Holokost(*) sonrasında yaşadıkları deneyimler etkili olmuştur.
İsrail'in kurulması, tarihi İsrail topraklarında bir Yahudi vatanı arayışında olan siyonist hareketin gerçekleşmesi olarak görülmüştür. İsrail'in kuruluşunun bölgede bir çatışma ve gerilim kaynağı olduğunu ve İsrailliler ile Filistinliler arasında toprak, sınırlar ve Kudüs'ün statüsü gibi konularda devam eden anlaşmazlıklara yol açtığını belirtmek önemlidir. İsrail ve Filistin'deki durum, farklı perspektifler ve bakış açıları ile karmaşık ve hassas olmaya devam etmektedir. Yıllar boyunca bölgede süregelen çatışmaları ele almak için çeşitli barış girişimleri ve müzakereler denenmiş, ancak kalıcı bir çözümün zor olduğu kanıtlanmıştır.
Birçok kuruluş ve birey barışçıl çözümleri, diyaloğu ve çatışmanın temel nedenlerini ele almaya yönelik çabaları savunmakta, bölgedeki tüm insanların güvenliğini ve refahını sağlayacak sürdürülebilir ve adil bir barış için gerekli koşulları yaratmaya çalışmaktadır. Nihayetinde, özellikle siviller ve çocuklar arasında yaşanan masum can kayıpları, İsrail-Filistin çatışmasına diplomatik yollarla, diyalogla, karşılıklı anlayışla ve ilgili tüm tarafların insan haklarına saygı göstererek barışçıl ve kalıcı bir çözüm bulunmasının aciliyeti yaşamsal önem taşımaktadır.
(*)
"Holokost" terimi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi rejimi ve işbirlikçileri tarafından yaklaşık altı milyon Yahudi'nin sistematik, devlet destekli zulüm ve toplu katliamını ifade eder. 1941-1945 yılları arasında gerçekleştirilen bu soykırım, Romanlar, engelliler, Slav halkları, siyasi muhalifler ve diğerleri de dahil olmak üzere Naziler tarafından istenmeyen diğer grupları da hedef almıştır.İnsanlık tarihinde karanlık bir sayfa olan Holokost, tüm nüfusun yok edilmesini amaçlayan politika ve uygulamaların hayata geçirilmesini içeriyordu. Yahudiler gettolara, zorla çalıştırılmaya, açlığa, acımasız muameleye ve nihayetinde, toplu katliamlar yoluyla ve öncelikle gaz odaları kullanılan imha kamplarında sistematik soykırım anlamına gelen "Nihai Çözüm "ün uygulanmasına maruz bırakılmıştır.Holokost, milyonlarca birey ve aile üzerinde ölçülemez acı, kayıp ve travmalara yol açmıştır. Holokost, 20. yüzyılın en dehşet verici vahşetlerinden biridir ve etkisi küresel çapta yankılanmaya devam etmekte, insan hakları, soykırımın önlenmesi ve bu tür vahşetlerin tekrar yaşanmasını önlemek için hatırlamanın ve tarihten ders çıkarmanın önemi üzerine tartışmaları şekillendirmektedir. "
Nerede bir can ölse,
Oralı olur yüreğim.
Olmalı zaten,
Olmasa" İNSAN"
Olmaz yüreğim.
Ahmed Ârif
İÇİNİ SÜPÜREN RUHLAR TAPINAĞINDAN MEKTUPLAR
Çok erken bir saate uyandım,Pazar günüydü.Katılacağım toplantıya daha saatler vardı. Telefonuma baktığımda bu satırlar beni içine çekiverdi.Yatağa dönemedim. Hemen üzerimi giyinip,kahvaltı salonuna atıverdim kendimi.Mutlaka paylaşmam gerekiyordu bu öyküyü.salona girişte Prof.Şebnem Akipek hocamı gördüm. Tek başınaydı. İzin isteyip oturdum. Çok dolaştırmadan etkilendiğim öyküye getirdim sözü. ‘Kim yazmış?’ dedi. Sinan VARGI dedim. ‘Ben de kendisinden çok beslendim.’Üniversite yıllarımda kendisini çok ziyaret etmişliğim vardır,bilgece yaklaşımlarından çok yararlandım..dedi.
Kaldığım otel Sapanca’daydı.Toplantı sonrası Kütahya’ya dönecektim. Proje eğitimleri sonrası yolculuklarmda-araçta tek başımaysam- hep yaptığım bir şey vardı. Bluetoothla sevdiğim bir dostuma bağlanıp yol yarenliği yapmak. Bu kez kimi arayacağıma hiç tereddüt etmedim. Sinan ağabeyi aradım,eve gelene kadar doyumsuz sohbetiyle yolun nasıl bittiğini anlayamadım.
Tasavvuf ehliydi. Bana Kütahya’daki Mevlevi Dergahı hakkında bilgiler verip Dönenler Camiinin (Kütahya’ nın ilk mevlevihanesi )tarihçesini anlatmış ve Kütahya’ya ziyaretime geleceğini söylemişti. Maalesef olamadı Can ağabeyim.Cuma salaları okunuyor şu anda.Senin vuslat günün bugün. Çok sevdiğin Elif’ine de kavuşuyorsun. Çok mutlu olduğundan hiç kuşkum yok ama bizler elemler içindeyiz. Nurlar içinde uyu. Güzel insan,canım ağabeyim!.
,,,,,,
Benim işim belli olmuştu. Süpürülüp öbek yapılmış sarı yaprakları tekrar bahçeye dağıtacaktım. Yeni insanlar gelecek ellerinde ki süpürge ile yaprakları süpürecekler, sonra ben yine onları bahçeye dağıtacaktım.
Ağaçlarda yapraklar azalmıştı ama bize de süpürülecek yaprak lazımdı! Uçakta yanıma gelen adama nazikçe selam verdikten sonra yanımdaki yeşil elmanın birini ona ikram etmiştim. Gülümsedi, nazikçe teşekkür etti. Vietnamlı olduğunu adının Nguyen olduğunu konuştuktan sonradan öğrendim. O sıralar yüksek lisans ve tüketici çalışmaları için Amerika’da eğitimdeydim. Madison’da üniversite öğrencilerini kendi tarikatlarına çekmek için çeşitli dini görüşler sergiler açıyor öğrencilere bedava yemekler dağıtıyorlardı. Kimi Cizvit papazları, kimi sarı sarı kıyafetleri ile hare krişnacılar. Budistler vejetaryan oldukları için onların çadırında sebze ve meyve ağırlıklı beslenme ön plandaydı. Öğrenciler bir gün birine gidip karınlarını doyuruyor, bir gün de değişiklik olsun diye, Budistlerin olduğu çadıra gidip, sebze ve meyve yiyorlardı. Hamburger ve pizzadan bıktığımız için hele kış ortasında sebze meyve ve bakliyat herkese çekici geliyordu.
Nguyen’i tekrar gördüğümde, Budist çadırlarının birinde elindeki mercimek haşlamasını yiyordu. Yanına gittim, selamlaştık. Bana dönüp elma al masadan, dedi; seninki gibi değil ama bu da güzel. Elmayı unutmamıştı. Ne yaptığımı sordu anlattım, hafta sonları boş olup olmadığımı kendisine yardım edip etmeyeceğimi sordu. İyi ve nazik bir insandı. Evet dedim. Adresi bir kağıda yazdı, görüşürüz dedi, gitti.
Cumartesi günü Nguyen’in verdiği adrese gittim. Büyük ağaçların ortasında bahçe içinde küçük iki katlı bir evdi. Etrafında ona benzeyen yüzlerce ev vardı. Sonbahar yaprakları bahçenin taşları üzerine düşmüş, onları süpürürken karşıladı beni. Çay yaptım getireyim sen devam eder misin, diye elime uzun tahta süpürgeyi verip gitti.
Süpürgenin artık emekliliği çoktan gelmiş, tahta sapının elle tutulan bölümleri incelmiş, süpürgenin ise artık birkaç dalı kalmıştı. Bizdeki gibi ot süpürge yerine biraz plastik benzeri bir şeydi. Sayılıyordu aslında: sekiz dal. Bu kadar az dallı bir süpürge ile bahçeyi süpürmek imkansızdı. Yan taraftaki evlerden birinde ise motorlu hava üflemeli bir yaprak kovucu ile insanlar bahçelerini süpürüyordu.
Nguyen elinde çayla geldi. Ellerimin süpürge sapındaki yerlerine baktı, incelmiş yerden tutuyordum ben de. Çayını iç ve süpürmeye devam et diyerek gitti. Sweep, sweep bundan sonra en çok duyduğum söz olacaktı.
Bu neydi, ben buraya bahçe süpürmeye mi gelmiştim? Süpürmek öyle kolay değil, yapraklar oradan oraya dağlıyor, uçup gidiyordu. Hele bir dalı daha kırılmış yedi dalı kalmış bir süpürge ile. Birkaç dakika mı artık yarım saat sonra mı ne, artık yaptığım işi unutup, düşüncelere daldığımı hissettim. Şu nasıl olmuştu, bu kimdi, bu olay neydi. Düşünceler bir saat sonra daha da belirginleşiyordu.
Bırak artık istersen süpürmeyi dediyse de biraz daha devam etmek istediğimi söylediğimde gülümsedi. Sonra yine süpürme, artık ona süpürme derseniz tabii. Şu olay neydi, bu neydi. Bir saat sonra sarı yaprakları öbek yapıp topladığımda ıslattım biraz, yakacaktım aslında bizim memlekette olduğu gibi. Nguyen aniden geldi. Benim süpürdüğüm yaprak öbeğini aldı, bahçenin her yerine yine dağıttı. Sonra bana döndü gülümsedi, gel haşlama pirinç var yersen.
Yarım saat sonra bir erkek ve iki kadın daha geldi. Biraz konuştular. Sonra birisi benim kullandığım süpürgeyi aldı ve bahçeyi süpürmeye başladı. Sonra diğer kadın bir başka süpürge daha aldı, o da süpürmeye başladı. Birbirlerine değmemek için bir çabaları bile yoktu ama değmiyorlardı işte. Akşama doğru ayrıldım. Ben çıkana kadar süpürme devam etti, onlar gittiğinde Nguyen yine yaprakları alıyor, bahçeye dağıtıyordu.
Ertesi hafta gittiğimde hava giderek soğumuştu. Benim Türkiye’den getirdiğim kalın bir paltom yoktu, üşüdüğümü gördüğünde bana bir kağıt yazdı. Buraya git ve bir palto bul kendine. Onun verdiği adres bir kilise idi. İçeri girdim, yaşlı bir kadın bana baktı ona kağıdı verdim. Palto var mı sizde diye sordum. Yaşlı kadın bir tane var yalnızca beğenirsen al tam senin bedenine göre... İçerden paltoyu getirdi, uzun yün kumaştan bir palto; gerçekten güzeldi. Evet dedim, iyi bu. Kkadın bir de yün şapka verdi bana. İnsanların kiliseye verdikleri paltolar, giysiler, öğrencilere dağıtılıyordu. Benden 2 dolar kuru temizleme parası aldı ve mezun olduğunda getir 2 dolarını verelim dedi. Bu palto 2 dolardan fazla eder, ben bunu götürürüm Türkiye’ye diye içimden geçirdim.
Ertesi hafta yani paltom ve berem ile gittiğimde yapraklar süpürülmüş öbek yapılmıştı. Tekrar dağıt dedi bana dağıttım. Birkaç kişi daha geldi. Bana da süpür dedi beş dalı kalmış süpürge ile. Dalıp gidiyor insan, el ve göz çalışıyor ama beyin orada değil, beyin geçmişi sorguluyor, o arada süpürüyorum.
Öğlen biraz konuşalım mı diye geldi. Yardımların için sağ ol dedi o kadar. Bir açıklama yapmasını bekliyordum. Açıklama yapmadı. O akşama kadar yine değişik insanlar geldiler süpürdüler gittiler, ben yaprakları dağıttım. Yine birileri geldi süpürdüler gittiler. Birkaç insan Nguyen’in odasına girip onun yanına oturup kağıda bir şeyler yazdılar. Sonra zarflara koydular. Adreslerini yazdılar. Her mektup yazan onu göğsüne bastırıyor ve yavaşça derin nefesler alıp veriyordu.
Akşam Nguyen 9 zarfı bana verdi ve 3 doları da elime saydı. 22 sentten 9 mektup, bunları postaya verir misin, postane sana yakın dedi. Zarfların üzerinde benim tam anlamadığım Vietnam alfabesi ile yazılmış birkaç harf vardı. Aynı harflerin aslında bahçede de küçük bir tabelada olduğunu gördüm. Ama bilmiyordum ne olduğunu.
Postane oranın adeta bir halkla ilişkiler merkezi gibiydi. Herkes orada sohbet, ediyor, insanlar selamlaşıp hal hatır soruyordu. Her türlü abonelik, pasaport vb gibi işler oradan yapıldığı için postanedeki yaşlı kadın ve bir yaşlı adam herkesi tanıyordu. Kadına zarfları verdim, elimden alırken gülümsedi. Ne olduklarını biliyor musun, diye sordu. Bilmiyorum Nguyen verdi, dedim. Onu biliyorum da bunların ne olduğunu biliyor musun diye tekrar sordu. Hayır mektup sanırım diye yanıtladım. Yaşlı adama döndü ellerindeki mektupları adama gösterirken komşular rahatlamış deyiverdi. Komşular rahatlamış...
Nguyen’i tanıyor musunuz diye sorduğumda yaşlı kadın, süpürdün mü sende diye sordu. Evet dedim. Marketten sirke almayı unutma dedi. Ben gerçekten anlamadım dedim, ne sirkesi. Kadın kısa kestirip attı, tamam sonra görüşürüz. See you later.
Nguyen’le altı ay kadar çalıştık. Hep aynı şeyler. Süpürmek insanları rahatlatıyordu gerçekten onu anlamıştım. Meditasyonun oturup gözlerini kapatıp içini süpürmenin bir başka şekliydi. Nguyen hiç kimseden para almıyordu, orada bulanan bir küpün içine insanlar para atıyorlardı, küp şeffaf da değildi, kilidi de yoktu. Eğer isterseniz oraya elinizi sokup para da alabilirdiniz. Nguyen bunu daha önceden de söylemişti zaten, sonra küpün önüne ihtiyacı olan alabilir diye bir yazı da yazdı. Arada mektup atmaktan kalan birkaç senti de küpün içine atıyordum.
Üç dört ay sonra gel konuşalım diye beni çağırdı. Neler hissettiğimi sordu, ona daha önce bir meditasyon deneyimim olduğunu bana yabancı gelmediğini ama iyi geldiğini anlattım. Başını salladı, meditasyon hocanla ilk tanışmanda bir hediye götürdün mü diye sordu. Meyve ve beyaz mendil deyince, elma mı dedi. Evet bir tek o vardı dedim o mevsim bir yeşil elma. Kafasını uzun uzun sallayıp gülümsedi. Ben meditasyonu soracak sanıyordum ama sonraki aylarda da bu konuyu hiç konuşmadık.
Bir başka gün, sakin ve yavaşça anlatmaya başladı. Her insanın içinde onu rahatsız eden anıları, diğer insanlarla olan onlara üzüntü veren geçmiş ilişkileri vardır. Bunlar o insanın içindeki sirke şişeleri gibi durur yıllarca, bazen sallanır kapağı açılır, kokusu ile yakıcılığı ile rahatsız eder bizleri. Oysa bizim gücendiğimiz, kızgınlık yaşadığımız insanların bunlardan haberi bile yoktur. Süpürme ile bunlar ortaya çıkar, insanlar kendileri ile bir baş başa kalma anında, günlük yaşamın telaşından kaygılarından kurtulunca bu anılarla hesaplaşmaya girerler. Hesaplaşamadıklarında ise sıkıntılar başka sıkıntılara yol açar. Süpürmeler iyi gittiğinde bir gün konuşurum onlarla, sonra bir daha, kurtulmanın zamanı geldi mi sence, yok daha hazır değilim derse, biraz daha gelir gider ama bu anılardan içimizdeki o sirke şişelerinden kurtulmayı aslında herkes ister.
Kurtulma günü ne diye sordum. Küçük bir ritüel o aslında. Kendisi affettiği bir sirke şişesini alır ve bir taşın üzerine döker. Sonra kiminle bir problemi varsa, adresini biliyorsa oturur kiminle ne sorunu oldu ise seni seviyorum affettim türünden bir mektup yazar. Senin gördüğün şekli ile, mektubu göğsüne bastırırken affettim affettim diye içinden geçirir. Birimiz de o mektupları postaneye götürür işte. Eğer bu kişi vefat etmiş ise ona da bir mektup yazar.
Mektuplardan geri dönen oldu mu hiç diye sorduğumda. Bilmiyorum bana gelmiyor benim adres Vietnam dilinde pek çözen yok sanırım diye gülümsedi. Ya vefat eden kişilere yazılan mektuplar diye sordum. Onlar bende kalıyor ama hiç açmadan aylar sonra yakıyorum.
Nguyen bir hafta kadar hastalandı. Hastanede iken, evi ben açtım yaprakları ortalığa dağıttım, yeni insanlar geldiler. Mektup yazmaya hazırlık için yaprakları süpürdüler, süpürdüler.
Sonra Nguyen yeni süpürgelerle ve bir kasa sirke ile geldi, süpürgelerin yarı dallarını kestik birlikte. Vedalaşma günü geldiğinde, önce bir başka yardım kuruluşundan kışın giymem için öylesine isim veya adres alınmadan ödünç verilen paltoyu adresine bıraktık. Tam o sırada benim bedenimde genç bir öğrenci kapıdan içeri girerek palto var mı diye sordu. Ona verilecek tek palto halen masanın üzerinde idi. Oradaki görevli yaşlı kadın gülümsedi var tabii ama temizlette giy istersen, gerçci temiz giyilmiş yeni geldi. Öğrenci paltoyu sevinerek sırtına giydi ve neşe içinde ayrıldı. Ben arkasından bakakaldım.
Yaşlı kadın Nguyen ve bana kahve ikram ederken, getirmeyebilirdin senin de olabilirdi niye getirdin deyince, benim gibi birinin bu paltoya ihtiyacı olduğunu biliyordum, gördüğüm de iyi oldu ama beremi bırakmam dedim. Bere kaldı, kahvelerimizi içtik ayrıldık. Aradan geçen 35 yıl sonra o paltoyu alan üşümüş öğrenci hiç gözümün önünden gitmez. Koca yün palto kaç kişiyi ısıttı acaba?
Nguyen beni havaalanına bırakırken süpürmeyi elinle de yapabilirsin unutma diyerek iki parmağını önce dudaklarına götürüp sonra öne doğru uzatıp süpürüverdi. Süpürgesiz yapraksız vedalaşıverdik orada.
Yıllar sonra Bursa Ulu Cami’nin bahçesinde biri tesbih satan yaşlı adam ve onun “Yaren” dediği iki insanı tanıdım. Yaren “fi sebilullah” yani Allah rızası için caminin içini temizliyordu. Arada sohbet ediyorlar, Ulu Cami'nin koca çınarlarının yaprakları bahçeye düşmeye başlayınca yaşlı tesbih satıcısı yarene dönerek, hadi bakalım hareket zamanı diyor, yaren elindeki süpürgeyi alıp bahçeyi süpürüp yaprakları öbek öbek yapıp oturuyordu. Her zaman olsa gidip konuşurdum öğrenmeye çalışırdım ama bu sefer anlamak zor değildi. Sağ elin iki parmağı ileride süpürdük gitti...
Tasavvuf veya kamil insan olma yoluna girenlerin kırk gün kırk gece çile çekmeleri, oruç, namaz, hoşgörü sahibi olup affetmeyi bilmek, evini süpürdüğün gibi içini de temiz tutmak. Bütün insanların istediği bu olsa da ara sıra günlük hayatın telaşından koşturmadan kaygılarından biraz zaman bulup kendi içimize dönmek gerçekten zor. Aslında bunu başarabildiğimizde iyilik ve güzelliğin kaynağını da görebilmek ve yeni ufuklara yelken açabilmek de mümkün. Ama işin gerçeği kendi başımıza kalacağımız bir ruh tamiri yapabileceğimiz anlar o kadar az ki. Bu yüzden insanlar yeni arayışlar, kendilerine yol gösterecek yeni rehberler peşinde.
Kimi buluyor, kimi bulduğunu sanıyor ve ne varsa onunla yetiniyor. İnsanların istediği bu olmasına rağmen, piyasada benim de malım olsun diye, çeşitli doğu bilgeliği türünden kurslar açan yetkisiz insanlar kurslar o kadar çoğaldı ki, insan ruhunu tamir etmek bir yana para uğruna daha fazla örseleyip bırakıveriyorlar, Hele korona günlerinde artık sosyal medyada online kurslar bile açılıyor. Açan kim açanın hocası kim, eğitimi ne diye araştırdığımızda ise karşımıza gerçekten acayip insanlar çıkıyor. Birinin izini sürdüm üşenmedim, hiçbir mesleği hor görmüyorum ama ablamız, üç yıl kuaförde manikür pedikür yaptıktan sonra kadınların ruhunu o kadar iyi anlamış ki, bu işlere soyunmuş. Haksız da değil. Dert ve sorun dinlemeyi kurs haline getirmiş. Bir gün beni Mevlana adı olan bir derneğe götürdüler, bir ablamız yanında müridleri teksir halinde yazılan elden ele gezen bir takım notlar ama Mevlana ile ilgisi yok. Uzaydan birileri gelecek bizleri seçecekler, başka yere gideceğiz. Mesnevi’den birkaç bir şey sordum ablamıza, bilemedi hoşuna da gitmedi. Fih-i mafih dedim. Tık yok... Ne yaptılar sonra bilmiyorum.
Gelelim Nguyen’in meditasyon hocana ne götürdün diye sormasına. 1974 yazında Bodrum Halkevinde bir kurs vardı. Transandantal Meditasyon diye. O zaman Milliyet Yayınlarından kitabı da çıkmıştı. Ayşe Hanım diye hocamız ilk tanışma seminerini verecekti. Oğlu Ali benim arkadaşımdı. Daha ikimiz de 16 yaşındaydık. Bana akşamüstü kursa anneme gideceksen beyaz mendil ve meyve götür deyiverdi. Hoşuna gider. Bakkalları tek tek dolaşmaya başladım. Bodrumun bakkalları DDT ve gazyağı kokardı o zamanlar, Dimitrakapulo şarapları raflarda. Yerli üretim Mindos mandalina gazozu kasalarda. O zaman kumaş mendiller karton kutularda saklanırdı. O zamanın Bodrum’unda bir beyaz mendil bulmanın zorluğunu ben yaşadım. Çıkanların hepsi kenarları çizgili renkli, beyazı yok. Saatlerce bakkal bakkal dolaşıp bir beyaz kumaş mendili zorlukla bulduğumda bir de elma alabilmiştim. İkisini de korka korka hocaya götürdüğümde öne otur, ders bitince gitme diye uyardı. Bir kaç gün bana nefes alıp vermeyi kelimeleri ve meditasyonun inceliklerini anlattı. Yıllar geçtikçe, Ayşe hocama İstanbul’a gittiğimde ara ara yine uğradım. Bildiklerini sakince merak çekerek öğretmek konusunda onun üzerine bir insan tanımadım. Elindeki 99’luk tesbihini düşüne düşüne sakin sakin çeker dururdu. Birçok iyi öğrencisi olduğu gibi diğerleri de vardı işte. Bir kaçını bir daha gelmeyin diyerek uyarıp gönderdiğini anlattı. Affettim onları da deyiverdi.
Belki bir yirmi beş yıl sonra, bir arkadaşım Ankara’da açılan bir meditasyon kursuna beni götürdü, çok methettiği hocaları derse başlarken "lütfen herkes aidatını ödesin, burası bedava dönmüyor” deyiverdi. Ben dedim ilk katılıyorum, sizi bir yerden tanıyorum dese de çıkaramadı, aklı aidatlarda idi. Ayşe ablamızın fotoğrafını duvarda görünce bunların da bir tedrisattan geçtiğine karar verdim ama bir eksiklik vardı gerçekten. Para neydi aidat ne... Saygıdan mı reklam mı olsun diye o fotoğrafı asmışlardı. Dersten sonra herkes çıkınca fotoğrafın altına dokundum. Nurunun içinde yat ablam diye dua ettim. Ama adam beni duymuştu. Tanır mısınız filan dedikten sonra konuştuk. Siz dedim eğitimi tam bitirmeden Ayşe hocanın dışarıya çıkardıklarından olmalısınız. O kadar söz edeb dahilinde yetti.
Dersten atılanların açtığı okul, bir fotoğraf, aidatı yatırması beklenen öğrenciler, öğrencilerin gözleri kapalı iken birbirine kaş göz yaparak dalga geçen iki eğitmen. Bu eğitmenlerden bir şeyler öğrenip rahatlamaya çalışan onlarca insan. Yüzlerce insan yaşam koçu, danışan, guru, yada hoca adı altında yolu bulamadan daha da örseleniyorlar. Gelsin gitsin aidat versin, insanlara kendi gücünü öğreten ne kadar az. Bu işleri bir beyaz mendil ve bir elma ile öğreten bile kalmadı. O bile şart değildi aslında, ama bunlar hep öğrencilin ruhunun saflığının göstergesiydi.
Artık günümüzde sosyal medyada çoğaldılar. Piyasada benim de malım olsun diyen hemen herkes bu tür ezoterik, tasavvuf, doğu bilgeliği, yıldızın ışığı, veya nefes terapisi adı altında kurslar açıyor. Gizemin üstüne gizem katmayı, mısır piramidinin veya siriüs takım yıldızının koordinatları arasında kafa patlatıyorlar. Ama kafayı meşgul eden ruhu rahatlatmıyor. Korona döneminde artık online kurslar var. İnsanlar kendine faydası olmayan, birçoğu bir diğerini beğenmeyen bu insanların belki de “ağına düşerek” para ödeyip, sorunlarına çare arıyorlar. Bu tür kurslarla ne kadar başarı sağlanır bilinmez. Kim kontrol eder, kim denetler belli değil.
Her doktor muayenehanesine, her eczaneye her gün denetime gelen sağlık görevlileri insan ruhunu tedaviye soyunan bu insanları nedense hiç kontrol etmez. Tarikatlar, sapıklıklar bir yandan bir yandan da böyle yetkisiz kurslar.
Aslında insanın mayasında olan iyiliğin ve hoşgörünün affedebilmenin ortaya çıkartılmasında banka havalesi ile ödenen kurs ücreti, online baktığımız bilgisayar ekranından bir şeyler öğrenme. Oysa bir parka gidip kendimize ayıracağımız bir sürede, geçmişle hesaplaşıp affedip ve dinlenip tazelenip yeni bir insan olma mümkün, yeter ki bunu sürekli yapabilelim.
Nguyen’i merak ettiniz değil mi.? Yıllarca yazıştık. Nguyen, Vietnam savaşında Amerikalıların ülkenin yarısına uçaklarla püskürtülen tarım ilacı nedeniyle sakat kalan çocuklan için bir yardım kuruluşu kurdu. Tarım ilacı savaştan yıllar sonra, bugün bile iki başlı veya ağzı gözü eli kolu olmayan sakat çocukların doğmasına neden oluyor. Nguyen bir bölümünü Amerika’ya getirterek bu insanlara yıllar sonra tazminat ödenmesini örgütledi.
Sonunda bir arkadaşı mail attı. Nguyen’i 87 yaşında kaybettik, huzurlu ve sakin bir şekilde bu dünyadan göçtü yazıyordu. Sana bir not daha yazayım demiş. Bahçeyi süpürürken vefat etti, elinde uzun bir çubuk vardı o kadar.
Nguyen ve Ayşe hanım hiç farklı insanlar değillerdi aslında. Yıllar sonra sakin bir köşede oturup bir 99’luk tesbihi elime alıp öylesine dalıp gittiğimde, iç süpürmenin ağırlıklardan yüklerden kurtulmanın bir çok yolu olduğunu ama insan beyninin süpürmek, mektup yazmak sirke şişelerini boşaltmak gibi kalıcı bir eylem yapmadan bu anılardan kurtulmasının gerçekten zor olduğunu gördüm.
Tüm mesele geçmişi hataları, kişileri, üzüntüleri affetmekteydi. Yol ve yöntemler değişik olsa da, ruhun rahatlığa varması için affedebilmek önemliydi. Affedeceklerimiz kişiler olmasa bile geçmişi, kaderi, hayatın götürdüklerinden çok aldığımız bir nefese bile şükredebilmek önemliydi. Hele şu günlerde.
Ya Nguyen herkesi affedebilmiş miydi acaba? Dalı olmayan bir süpürge ile 87 yaşında bile süpürürken.
~Sinan Vargı
ÇOK BASİT ASLINDA..
Dersteyim.
Telefonum çalıyor. Arayan bir öğrencim.
-‘Dersteyim,seni 15 dakika sonra arayayım mı’? diye yanıtlıyorum.
-‘Hocam çok acil’ diyor. ‘Hemen anlatıp kapatacağım’
-Hocam,bir mağazada t-shirt beğendim. Kasada reyondaki fiyatının iki katı fiyat istiyorlar.
-Yavrum,reyondaki fiyatının fotoğrafını çekiver,ödemeni yap fişini bana getir diyorum.
-‘Ama o kadar param yok’ diyor. Öğrencilerime dönüp bir-iki dakika bekleyeceğiz,su içebilirsiniz diyorum. Sonra telefondaki öğrencime mağaza yetkilisine telefonunu ver,benimle konuşmasını sağla diyorum..
…….
Bu Vandallardan çekeceğiz herhalde. (Bu konu başlı başına bir yazı konusu olduğundan sonraya bırakalım isterseniz)Tenis dikmelerini(direkler) çalmışlar. Acil dikme bulmamız gerekiyor. İnternetten fiyat araştırıyorum. Fiyatlar uçmuş. Gözüme bir sitedeki fiyatlar ilişiyor. Yok diyorum bu kadar ucuz olamaz. Tereddüt etmektense e-maille fiyatlarını teyit ettireyim diyorum.
‘Sitenizde gördüğüm bu fiyatlar bir dikmenin fiyatı mıdır’gibisinden bir mail atıyorum. Yanıt bekliyorum, vermiyorlar. Sonra sitelerine bir kez daha bakıyorum. O da ne! Fiyatını iki katından da fazla fazla artırmışlar. Ve de altına karınca duası(!) gibi yazıyla fiyatımız iki dikme içindir ibaresini eklemişler. İlk anda bu siteye TÜKETİCİ HAREKETİnin mail adresinden Fiyat etiketi yasasını anlatan bir e-posta göndereyim diyorum. Sonra daha sağ duyulu olup, telefonla görüşmeye karar veriyorum. Sitedeki numarayı arayıp yetkili birisiyle görüşmek istediğimi bildiriyorum. ,Bir hanımefendi muhatap olarak bağlanıyor. Kısaca kendimi tanıtıp, e-postama yanıt alamadığımı ancak fiyatların ışık hızıyla güncellendiğini söylüyorum. Karşı taraf ithalatçı firma olduklarını ve fiyatların aslında tek ürün için geçerli olduğunu söylüyor. İtiraz ediyorum, Hanım efendi siz bir çift ayakkabı satacağım ama tekinin fiyatı bu kadardır diyorsunuz. Ya eşi aynı ölçülerde değilse tek almak mantıklı olur mu diyorum. Sonra ağzımdan baklayı çıkarıyorum. Bakın diyorum ben telefonumla ürününüzün ekran fotoğrafını almıştım. Gün,saat ve dakika ekranımda kaydedilmiş. Dilerseniz şimdi size gönderebilirim, isterseniz de yeni fiyatlarınızla ürününüzü satın alırım. Ama arkasından Tüketici Hakem Heyetine elimdeki fotoğrafı ibraz ederek, hakkımı ararım diyorum.
-Elinizdeki fotoğrafı benimle paylaşır mısınız? diye soruyor.
-Elbette diyorum.
İki saat sonra beni arıyor. Cüneyt Bey,ürünü fotoğrafınızdaki fiyatla göndereceğiz ,ama kargosunu siz öder misiniz diyor,kabul ediyoruz.
Çok Basit aslında; Tüketicinin bilgilendirilmesi ve menfaatlerinin korunması yasası (54.madde) FİYAT ETİKETİ yasasını bilmemiz bize çok kolaylık sağlayacaktır.’Etiket,tarife ve fiyat listelerinde belirtilen fiyat ile kasa fiyatı arasındaki fark olması durumunda tüketici lehine fiyat uygulanır.’
Gördüğünüz gibi iki satıra sığan bu yasa biz tüketicilerin haksızlıklarla başa çıkmasında ne kadar etkili değil mi? Yazının başındaki öğrencimi merak edenler için; mağaza yetkilisine bu iki satırı anımsattığım için öğrencim kasaya reyondaki fiyatını ödeyip,t shirtünü alıp mağazayı mutlu,mesut terk etmiş.
Sağlıklı ve sorunsuz günler dileğiyle..
DENİZ,AYLAKLIK ve NOSTALJİ
Denizimizin karşı kıyısında bir plajdayım.İnsan yaban memlekette çekingen olur ya öyle bir tedirginlikle insanları takip ediyorum. Bize benzeyen davranışlarını, bizden ayrıldıkları noktaları gözlemliyorum kendimce. İki metre kadar ötemde güneşlenen orta yaşlı bey okuduğu kitabı kapatıp plaj çantasından bir paket çıkarıyor. Bir sigara paketi bu. Sonra çantayı biraz karıştırıyor bu kez kibritini çıkarıyor. Bir hafiye edasıyla pür dikkat beyi izliyorum. İç sesim „hiç yakıştı mı bu size‟ diyor beye. Belli ki beni duymuyor. Sigara, Kibrit ve Poşet Sigarasınıağzına götürüyor ve kibritle tutuşturuyor. Sigaradan duman gelir gelmez kibriti silkerek söndürüyor. Dalgın gözlerle denize bakıyor ve sigarasından nefesler çekiyor. Bir heykel gibi hiç kıpırdamadan gözlerimi dikmiş onu izliyorum. Nihayet azalan sigara izmaritini kuma gömerek söndürüyor. Bu işi sağ elini kullanarak yapıyor, çünkü sol elinde hala kibrit çöpü duruyor. Tekrar plaj çantasını karıştırıyor, bu kez ne çıkaracak acaba deyip, bütün dikkatimle izliyorum. Çıkan bir naylon poşet. İlişkilendirme ye çalışıyorum. Ne yapacağını anlamak güç... Önce kibrit çöpünü, sonra da gömerek söndürdüğü izmariti koyuyor poşete. Sonra kalkıyor. Gözden kaybolacak kadar ötede bir çöp kutusuna bırakıyor elindeki poşeti. Ve geri dönüyor, gözüm onda, aklım memleketimde.
Çocukluğumda bu denizin karşı kıyısında yani bizim kıyılarımızda tuttuğum balıkları düşünüyorum. Bereketli denizimizi nasıl bitirdiğimizi düşünüyorum. Deniz aynı deniz ama, o yaka hala kirletilmemiş. Çocukluğumun anılarında kalan „sofra balıkları‟ kalkanlar bu kıyıyı hala terk etmemişler. Hala bereketli buradaki Karadeniz. İşte fark bu diyorum kendime. Onlar özen göstermiş kirletmemişler denizlerini.
Ya biz? Hangimiz üşenmeyip yüz metre ötemize çöp atmaya gideriz? Kaçımız ‘ummana bir kibrit çöpü ne yaparmış’ demeyiz? Zimbardo‟nun Teorisi aklıma bir yerlerde okuduğum „kırık cam teorisi‟ geliveriyor.. ‟Kırık cam teorisi‟ABD'li suç psikoloğu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneydenilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bırakıyor. Araçların plakası yok, kaputları aralık. Ve olup bitenleri izliyor. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalanıyor. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmuyor. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırıyorlar. Daha ilk darbe indiriliyor ki, çevredeki insanlar da olaya dâhil oluyorlar. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale geliyor.
"Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz." "Kırık Cam Teorisi"ni savunanlar şöyle diyorlar: „Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı emen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsa nız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Yapmamız gereken, binanın ilk kırılan camını ivedilikle taktırmak ve elektrik direğinin dibindeki çöpü kimse fark etmeden kaldırmak olmalı‟. Çünkü, o çok bilinen o fıkrada olduğu gibi çöpü bir başkasının kaldırmasını beklersek dünyamızı çöplüğe çevirebiliriz; Padişah halkını geniş bir alana toplamış .‟üçe kadar sayacağım, ben üç deyince hep bir ağızdan PADİŞAHIM ÇOK YAŞA diye bağıracaksınız, sesinizin çokluğu benim gururum olacak‟ der. Padişah bir-iki diye saymaya başlar kalabalıktan biri: „binlerce insan var ben çok yaşa demesem fark edilmez, nasılsa herkes bağıracak„ diye düşünür. Padişah „üç‟ der. Çıt çıkmaz koca kalabalıktan. Çünkü herkes o kişi gibi düşünmüştür.
26. TÜKETİCİ KONSEYİNDEN İZLENİMLER
Değerli Tüketici Dostlarım,Her yıl düzenlenen Tüketici Konseyi bu yıl da 26 Mayıs 2022 de Ankara’da Ticaret Bakanlığı’nda büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Tüketici Hareketi olarak biz de Konseydeki yerimizi aldık. Tüketici Federasyonları ve delegelerin teveccühüyle konseyde Divana seçildik. Konseye katkıda bulunmak adına bir de sunumumuz oldu. Bilinen sorunları ele aldığımız sunumumuzda çözüm önerileri olarak Aizanoi’nin ve -dünyadaki en büyük rezervinin Kütahya’mızda olan- BOR madeninin etkin tanıtılması olduğuna vurgu yaptık. (Sunum konuşmamıza ulaşmak için http://tuketicihareketi.com/etkinlik/etkinlik-etkinlik/26-tuketici-konseyinde-tuketici-hareketi-olarak-katkimizi-sunduk/) linkini tıklayabilirsiniz) Sunumların ardından geçilen çalıştaylarda bizim seçimimiz-tüm dünyada çok büyük bir hassasiyetle uygulanmaya çalışılan-YEŞİL MUTABAKAT konusu oldu. Bu yazımızda size adı geçen mutabakat hakkında bilgi vermek, bu konuda STK ve tüketici örgütlerinin aldığı kararlardan söz etmek istiyoruz..
Avrupa Birliği (AB), 11 Aralık 2019 tarihinde açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı ile 2050 yılında iklim-nötr ilk kıta olma hedefini ortaya koyarken; aynı zamanda sanayisinin dönüşümünü gerektiren yeni bir büyüme stratejisi benimseyeceğini ve tüm politikalarını iklim değişikliği ekseninde yeniden şekillendireceğini açıklamıştır. Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamındaki ilgili eylemler, enerji, ulaşım, sanayi, finans, inşaat, tarım dahil AB ekonomisini yeniden şekillendirecek ve her geçen yıl ivme kazanacak bir dönüşümün temellerini teşkil etmektedir. Ülkemiz kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde sürdürülebilir, kaynak-etkin ve yeşil bir ekonomiye geçişi destekleyecek dönüşümün sağlanması, Türkiye’nin 1980 sonrası ihracata dayalı büyüme stratejisi ile küresel ekonomiyle sağladığı bütünleşmenin korunması bakımından büyük önem arz etmektedir.
Eylem Planında, (1) sınırda karbon düzenlemeleri, (2) yeşil ve döngüsel bir ekonomi, (3) yeşil finansman, (4) temiz, ekonomik ve güvenli enerji arzı, (5) sürdürülebilir tarım, (6) sürdürülebilir akıllı ulaşım, (7) iklim değişikliği ile mücadele, (8) diplomasi ve (9) Avrupa Yeşil Mutabakatı bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyetleri başlıkları altında belirlenen hedeflere ulaşılması amacıyla hayata geçirilecek eylemlere yer verilmiştir.Bu çerçevede, Eylem Planı 9 ana başlık altında toplam 32 hedef ve 81 eylemi içermektedir.AB tarafından hayata geçirilecek Sürdürülebilir Ürün Mevzuatı, AB Kimyasallar Mevzuatı, Eko-Tasarım ve Enerji Etiketlemesi Mevzuatlarına uyum yoluyla yeşil ve döngüsel ekonomiyi destekleyecek düzenleyici çerçeve güçlendirilecektir.
• Sürdürülebilir Ürün İnisiyatifi, AB yasal çerçevesi ve bu kapsamda sektörel stratejilerin açıklanmasının akabinde mevzuat uyum çalışmaları ile birlikte sektörel bazda bilgilendirme faaliyetleri gerçekleştirilecektir.
• İçme suyu kaynaklarında endokrin bozucu kimyasalların takibine yönelik çalışmalar yürütülecektir.Ulusal Sürdürülebilir Tüketim ve Üretim Eylem Planı hazırlanacaktır.
• Arıtılmış atık suların kullanımının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması sağlanacaktır.
• “Su Yeniden Kullanım Ulusal Master Planı” hazırlanacaktır.
• Sektörel Su Tahsis Planları ışığında “su ayak izi ile ilgili rehber doküman” hazırlanacaktır.
• Su kaynaklarının yönetiminde uzaktan algılama, sensörler ve bilişim uygulamalarının kullanımı,faydaları, gelişmeye açık yönleri üzerinde araştırmalar yapılacaktır.
• Türkiye Çevre Etiketi Sistemi yaygınlaştırılacak ve AB ile işbirliği olanakları araştırılacaktır
AB’nin Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında tarım, gıda ve biyoçeşitlilik alanlarındaki hedeflerini içeren Tarladan Sofraya ve Biyoçeşitlilik Stratejilerinde de, her koşulda işleyen sağlam ve esnek bir gıda sistemi ve vatandaşlar için yeterli miktarda uygun gıda tedarikine erişim sağlayabilme hedefi korunurken; pestisitlere, antimikrobiyallere ve aşırı gübrelemeye bağımlılığı azaltmanın, organik tarım alanlarını artırmanın, hayvan refahını iyileştirmenin ve biyolojik çeşitlilik kaybını tersine çevirmenin acil bir ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. AB’nin pestisit ve anti-mikrobiyallerin azaltılmasına yönelik olarak ortaya koyduğu hedefler ile uyumlu bir şekilde ülkemizde pestisit, anti-mikrobiyaller ve kimyasal gübre kullanımının azaltılmasına yönelik çalışmalar yürütülecektir.
Pestisitlerin azaltılmasına yönelik çalışmalar çerçevesinde, biyolojik ve biyoteknik mücadele yöntemlerinin kullanımının yaygınlaştırılması önem kazanmaktadır. Dünyada gelişmekte olan organik tarım ürünlerine yönelik talep, sürdürülebilir ve çevre dostu organik tarım üretiminin geliştirilmesi için fırsatlar yaratmaktadır. Bu doğrultuda, ülkemizde organik tarım üretiminin geliştirilmesi, AB’nin organik tarım mevzuatının uyumlaştırma çalışmalarının
tamamlanması ve Türkiye ile AB arasında organik tarım ticaretini desteklemek amacıyla AB ile organik tarım alanında karşılıklı tanıma sağlanabilmesi için AB nezdinde girişimler yürütülmesi hedeflenmektedir. Ayrıca, tarımsal üretimde toprak ve kaynakların verimli kullanımı bakımından önem arz eden arazi toplulaştırma tescil faaliyetleri yürütülmesi öngörülmektedir. Sürdürülebilir tarım uygulamalarının geliştirilmesi amacıyla, Aydın, Denizli, İzmir ve Ağrı illerinde başlanılan mevcut jeotermal kaynakların Tarıma Dayalı (jeotermal sera) İhtisas Organize Sanayi Bölgelerinde kullanılması sağlanacak, ilaveten yenilenebilir enerji kullanan seralar ve üretim tesisleri desteklenecektir.
Sağlıklı ve sorunsuz günler dileğiyle.
İFŞA EDİYORUM!
Başlık aslında bir bait click! (*)( ing. tık yemi. ilgi çekip tıklansın diye özellikle organize edilmiş linklere verilen isim.)(*)
Maalesef insanımız,naif,sevgi yoğunluğu olan yazılar yerine sert,katı acımasız eleştiri içeren yazılara rağbet ediyorlar. Bu hoşgörü ayında sizlere içerisinde katı eleştiriler barındıran bir yazı yazmak aklımdan en son geçecek şey olabilirdi. (Zaten tanıyanlar da böyle bir tarzımızın olmadığını gayet iyi biliyorlardır)
…..
Bir-kaç gün önce yolumun üstündeki PTT şubesine girdim. Projeden dönen genç arkadaşlarımıza youthpass belgelerini göndermem gerekiyordu. Kargo fiyatları -hepimiz tarafından bilindiğinden- en ekonomik olan yolu tercih etmiştim. Küçük PTT şubesi pandemi koşulları gereği içeri üç kişi alabiliyordu. İkinci sıradaydım. Önümde genç bir hanım efendi vardı. Anladığım kadarıyla işi uzun süreceğe benziyordu. Üç büyük kolisi vardı. Kolileri önce tek tek kantara çıkarıldı. Tartıldı ve sonra boyutları ölçüldü, ardından hesaplamalar yapıldı. Gişedeki memur ne kadar tuttuğunu söylediğinde ‘bu kolilerde kitaplar var. Siirt’teki bir köy okuluna gönderiyorum. Biriktirmem aylarımı aldı. Acaba bir indirim yapmanız mümkün değil mi?’ dedi.Memur yapabileceği bir şey olmadığı karşılığını verdi. Öğretmen olduğunu anladığım bu arkadaşa ‘ödemeyi paylaşabilir miyiz ’diyemediğimin pişmanlığını bir ömür boyu taşıyacağımdan adım gibi eminim. Biraz kırgın ama iyiliğini gerçekleştirmiş insanlara özgü rahatlamasıyla kapıdan çıkarken arkasından hayranlıkla izledim kendisini. İyi ki varsınız öğretmenim dedim içimden. Gösterişten uzak, sağ elinin verdiğini sol elinin bilmemesine güzel bir örnek bıraktın bizlere.
……
‘Hisarcık’a bağlı Çatak köyü ilkokulunu teftişe gitmiştik. Köy evinde muhtar öğle yemeğine davet etti. Yemekten sonra tuvalet ihtiyacımı nerede giderebileceğimi sorduğumda az aşağıdaki köy camisinin tuvaletini kullanabileceğimi söylediler. Açıkçası köy yerinde herkesin kullandığı-çok kirli olması muhtemel-tuvaleti kullanmak hiç içimden gelmedi. Muhtar: ‘çekinmeyin müfettiş bey tuvaletimiz temizdir’ demesi beni çok az olsa da rahatlatmıştı. Çekinerek girdiğim tuvalet gerçekten temizdi. Üstelik tuvalet kağıdı bile vardı. Ellerimi yıkamak için kullandığım lavaboda sıvı sabun ve kağıt havlunun olması şaşkınlığımı artırdı . Ama daha da şaşırdığım diş fırçaları ve macunların bulunduğu duvardaki dolabın olmasıydı. Köy odasına döndüğümde çaylar gelmişti, muhtar: ‘dediğim gibi çıktı değil mi müfettiş bey?’ diye sorunca hayretimi gizleyemedim. Nasıl böyle temiz bir tuvaletiniz var muhtarım,hayatımda ilk kez böyle bir köy tuvaleti görüyorum dedim. Gülümseyerek, camii imamımız Adem Hoca köylülere temizliğin sünnet olduğunu; Peygamber Efendimiz abdest almadan dişlerini de fırçalardı demesi üzerine cemaatin diş fırçalarını da getirmesini sağladı demişti.
Üç ya da dört yıl sonra Domaniç’in Berçin köyünde teftişteydik. Yemekten sonra tuvalet sorduğumda yine köy camisinin tuvaletini kullanabileceğimi söylemişlerdi. Yine çekinerek girdim tuvalete. Fakat tuvalet gerçekten temizdi. Yine tuvalet kağıdı vardı. Çıkışta sabun,kağıt havlu ve hatta diş fırçaları.. Topluluğun yanına döndüğümde farkında olmadan ‘Adem Hoca bu köye mi tayin edildi yoksa’ demişim. Evet nerden biliyorsunuz müfettiş bey? Karşılığını almıştım.’
….
Öykümün kadın kahramanına Elif adını yakıştırıyorum. Erkek kahramanına da zaten Adem demişim. Elif öğretmenimin üç koca koliyi şubeye tek başına taşıdığının tanığı olmayı,-en azından taşımasında katkım olmasını- çok isterdim. Maalesef şubeye girdiğimde taşıma işini çoktan bitirmişti. (Muhtemelen tek başına yapmıştı) Çünkü alnında boncuk boncuk duran terlerini görmüştüm. Ama Adem Hocayı hiç göremedim. Onun öyküsünü Ali arkadaşımdan dinlemiştim. Ali,Adem’le karşılaşmış mıydı, kahramanımın elini sıkmış mıydı onu da bilemiyorum. Ama ne istiyorum biliyor musunuz: bu iki kahramanımla bir araya gelmek: onlara ‘yarattığınız kelebek etkisinin nasıl bir iyilik iklimine dönüştüğü bilmenizi isterim’ demek ve ellerinden minnetle öpmek.
SİZ DE ALDATICI REKLAMLARA ÇOK MU KIZIYORSUNUZ?
Değerli Tüketici Dostlarım; televizyonda,radyoda ya da internette gördüğümüz reklamlara zaman zaman isyan ettiğinizi söylüyorsunuz. Haksız rekabet,aldatıcı ve örtülü reklamlardan duyduğunuz rahatsızlığınızı dillendiriyorsunuz. Bugün ele alacağımız konu -söz konusu - aldatıcı reklamlarla karşılaştığımızda nereye nasıl başvurabileceğiniz ve bunlara karşı oluşturulan reklam kurulunun yapısı olacaktır. Tüketici Birliği Federasyonu muzun da temsilci gönderdiği reklam kurulunu tanıyarak yazımıza başlayabiliriz.
Reklam Kurulu tüketiciye yönelik herhangi bir mecrada yayınlanmış tüm reklamları inceleyen ve denetleyen tek "idari" otoritedir. Kurulun, 10'u kamu kurumlan; 9'u sivil toplum kuruluşları ve meslek örgütü temsilcilerinden oluşan toplam 19 üyesi bulunur. Reklam Kurulu ve aldığı kararlar tamamen bağımsızdır.
REKLAM KURULU NE YAPAR?
• Ticari reklamlarda uyulması gereken ilkeleri belirler,
• Haksız ticari uygulamalara karşı tüketiciyi korumaya yönelik düzenlemeleri yapar,
• Reklamları inceler ve gerektiğinde idari yaptırım uygular.
REKLAM KURULU YETKİLERİ NELERDİR?
Kurulun inceleme sonucunda;
• Reklamı durdurma,
• Aynı yöntemle düzeltme,
• İdari para cezası kesme,
• 3 aya kadar tedbiren durdurma cezalarından birine veya birkaçına hükmetme yetkisi vardır.
TİCARİ REKLAMLAR NASIL OLMALIDIR?
• Reklam Kurulu'nca belirlenen ilkelere,genel ahlaka,
• Kamu düzenine,
• Kişilik haklarına uygun,
• Doğru ve dürüst olmalıdır.
• Tüketiciyi aldatıcı veya onun tecrübe ve bilgi noksanlıklarını istismar edici,
• Can ve mal güvenliğini tehlikeye düşürücü,
• Şiddet hareketlerini ve suç işlemeyi özendirici,
• Kamu sağlığım bozucu,
• Hastaları, yaşlıları, çocukları ve engellileri istismar edici ticari reklam yapılamaz.
Her türlü iletişim aracında sesli, yazılı ve görsel olarak örtülü reklam yapılması yasaktır.
Reklam Kurulu bu cezaları İhlalin niteliğine göre birlikte veya ayrı ayrı verebilir. Aynı zamanda reklam verenlerin yanı sıra reklamı yayınlayan mecra kuruluşu (radyo, gazete, dergi, TV sahibi) ile reklamı hazırlayan reklam ajanslarına da idari yaptırım uygulayabilir.
İdari para cezaları 2021 yılı için reklamın yayınlandığı mecraya göre 22 bin 861TL ile 457 bin 308 TL arasında değişmektedir. Eğer ihlal 1 yıl içinde tekrarlanırsa Reklam Kurulu - cezaları 10 katına kadar artırabilir.
İdari para cezaları her yıl yeniden değerleme oranına göre artırılır.
REKLAM KURULU'NA NASIL BAŞVURULUR?
• Yazılı olarak,
• Elektronik ortamda e-devlet (www.turkiye.gov.tr) üzerinden,
• Mobil Tüketici uygulaması üzerinden yapılabilir.
Reklam Kurulu'na tüketicilerin yanı sıra ilgili kamu kurum ve kuruluşları, STK'lar ve rakip firmalar başvurabilir. Reklam Kurulu'nun herhangi bir başvuru olmaksızın reklamları resen inceleme yetkisi de bulunmaktadır.
SİZ DE BAŞVURABİLİRSİNİZ!
Aldatıcı olduğunu düşündüğünüz reklamla başta olmak üzere
· İndirimli satışlara ilişkin yanıltıcı reklamlar,
· Fiyat konusunda anlam karışıklığına yol açan reklamlar,
· Sağlık beyanlarıyla satılan kozmetik ve gıda ürünleri,
· Okunamayan altyazı ve dipnotları içeren reklamlar,
· Örtülü reklam yapıldığını düşündüğünüz yazı ve programlar,
· Sahte ve taklit olduğu halde orijinal vaadiyle tanıtılan ürün reklamları,
· Diğer mevzuatlarla getirilen reklam kısıtlamalarına aykırı reklamlar ve Maruz kaldığınız haksız ticari uygulamalar ile ilgili olarak Reklam Kurulu’na başvurabilirsiniz.
Sağlıklı ve sorunsuz günler dileğiyle..
YENİLENMİŞ ÜRÜNLERLE İLGİLİ HAKLARINIZI BİLİYOR MUSUNUZ?
Değerli Tüketici Dostlarım, Pandemi sürecinin olumsuz etkisiyle alım gücümüzde gözle görülür bir düşüş yaşamaktayız. Bu da doğal olarak hepimizi kullanılmış (ikinci el) ürünler satın almaya yö
''CAM TAVAN SENDROMU''''Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar" Dr. David J. Schwartz Bir köpe
''CAM TAVAN SENDROMU''''Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar" Dr. David J. Schwartz Bir köpek balığı aç halde bir akvaryuma konulur. Köpek balığı akvaryumun her yerinde yüzebilmektedir. Avlayacağı bir şeyler aramaktadır. Sonra akvaryuma küçük bir balık konur. Köpekbalığı küçük balığı yemek için hemen harekete geçer. Çünkü açtır (motivasyon), küçük balığı yiye bileceğine inanamaktadır (özgüven) ve küçük balığı yemenin kendi ellerinde (kontrol) olduğunu düşünmektedir. Küçük balığı yemek için ilk saldırısında kafasını ne olduğunu algılayamadığı sert bir şeye çarparak şok geçirir. Çünkü bilim adamları küçük balık ile köpekbalığının arasına cam bir bölme yerleştirerek onları ayırmışlardır! Köpebalığı ‘balık aklıyla’ düşündüğünden camı görememekte ama kafasını çarptığında camı algılamaktadır. Sonra bir daha dener, yine kafasını cama çarpar. Bir daha dener tekrardan aynı şeyi yaşar. Tanımlayamadığı bir şey hedefine ulaşmasına ´engel´ olmaktadır. Yaklaşık 48 saat sonra köpekbalığı küçük balığı yemek için uğraşmayı bırakır. Evrensel,´Büyük balık küçük balığı yer,´kuralı , işleme mektedir. Büyük balık depresyona girmiş gibidir. Çaba harcamayı bırakmıştır. Çünkü ne yaparsa yapsın o küçük balığı yiyemeceğine inanmıştır. Deneyin ikinci aşamasına geçildiğinde araştırmacılar aradaki cam bölmeyi kaldırır. Artık köpekbalığı isterse küçük balığı yiyebilecektir. Önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Çok da açtır! Araştırma ekibi neler olacağını beklemeye başlar. Şaşırma sırası bilim adamlarındadır. Çünkü köpek balığı küçük balığı yemek için hiçbir şey yapmaz! Küçük balığı kovalayıp büyük balığın alanına geçirirler ama yine de yemek için hiçbir hamle yapmaz. Sonuç çok dramatiktir, büyük balık açlıktan ölmek üzere olmasına rağmen yine de küçük balığı yememiştir. Köpek balığı küçük balığı neden yemedi? ‘Aç ama gururlu’ olduğu için mi? Bilim adamları köpekbalığının içine düştüğü ruh durumuna ´öğrenilmiş çaresizlik´demektedir. Öğrenilmiş çaresizlik, bir canlının defalarca denediği halde istediği sonucu alamaması durumunda, bir sonraki denemesinde başarısız olacağını beklemesinden dolayı, deneme cesaretini kaybetip hiç bir şey yapmaması halidir. Bu hale öğrenilmiş başarısızlık da diyebiliriz. Köpekbalığı geçmişteki denemelerinde başarısız olunca, gelecekteki denemelerinde de başarısız olacağını öğrenmiştir. Bu durum bize milyarlarca insanın neden başarısızlık halinde yaşadığı halde başarılı olmak için hiçbir şey yapmadığını açıklıyor. Öğrenilmiş çaresizlik bir daha deneme cesaretini kaybetmektir. Sürekli başarısızlık korkusuyla hareket etmektir. Kendine olan güveninin ´başarabilirim´inancını kaybetmektir. Öğrenilmiş çaresizlik zihne takılı bir piskolojik kelepçedir.……Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler. Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar. Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar. Pireler camın ne olduğunu bilmediklerin den, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler. Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıpla(ya)mamayı öğrenirler. Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkânları vardır ama buna hiç cesaret edemezler. Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı 'hayat dersi'ne sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkânları vardır ama kaçamazlar. Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30cm'den fazla zıplanamaz inancı) varlığını sürdürmektedir.Bu deney canlıların neyi aşaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini göstermektedir. Bu pirelerin yaşadıklarına 'cam tavan sendromu' denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır. Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir. İnsan inandığına denktir. Yapabileceğini düşündüğü kadardır.Sağlıklı ve sorunsuz günler dileğiyle..
SİZİN DE HAYAT AMACINIZ DENİZ YILDIZI KURTARMAK(*) MIYDI?
‘Gecenin geç saatlerine değin üç yabancı makaleyi dilimize çevirmeye çalışıp,alıntılar yaparak insanlarımızın yararlanması için sosyal medyadan paylaşıyorum. Sonuç:kocaman bir sıfır. O kadar emek ve çaba. Beş, bilemedin altı beğeni alıyor. Adam ottan,çöpten paylaşım yapıyor beğeneni yüzlerce..’
Bu satırları sabahın ilk ışıklarında okuyorum. Nedense büyük bir paralellik(!) kuruyorum kendimle. Hemen ‘marifet iltifata tabidir’ hocam yazıyorum paylaşımının altına. Çok değerli -değerinin bilinmediği için üzüldüğüm-büyüğüme.
……
Bilenler olacaktır. Kötü bir gün geçiriyorsam insanlardan kaçarım. Belki kalp kırmamak adına. Belki de yanlış anlaşılmamak. İşte tam da böyle bir gün yaşıyordum. Derslerimi bitirdim ve çabucak eve döndüm o gün. Biraz müzik dinleyip,biraz uyuyup kendime gelmeyi planlıyordum. Gözüm maillerime gitti. Sevdiğim bir arkadaşım göndermiş. (Bu arada hatırlatmam gerek o yıllarda henüz whatsapp yok,diğer sosyal medya platformları da henüz bugünkü kadar yaygın değil)Bir solukta okudum arkadaşımın mailini. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim. Arkadaşım bir kişisel gelişimciydi. O gün oracıkta bir karar verdim. Ben de arkadaşımın yaptığı gibi bildiklerimi,birikimlerimi insanların yararına sunacaktım. Onun gibi insanların hayatına dokunacaktım. Kim bilir belki de bir yerlerde benim bu kırık dökük cümlelerimi bekleyen,buna gereksinimi olan birileri vardı. İlk kez o zaman yazmaya başladım köşe yazılarımı. Üşenmedim bir de TV programı yapmaya başladım aynı adla; BaşarıYORUM. İlk internet sitemi kurmam da o zamandır. Ardından sosyal medya paylaşımlarına başladım. O günlerde hemen her gün insanların motive olmasını sağlayacak paylaşımlar yapıyordum. Hiç vaktim olmadığında mutlaka hafta başı bir şeyler paylaşıyordum. Bu böyle sürdü gitti.
……
Sonra ne mi oldu? Yazının başındaki değerli büyüğümün düşündüklerini düşünür oldum. Beğeni alan yazılarla kendi paylaşımlarımı karşılaştırdım ister istemez. Git gide sıklığı azaldı paylaşımlarımın..
Ve ta ki yeni yıla girinceye dek. Bu yılın ilk günlerde yeğenimin ısrarla her gün –benim başlarda yaptığım gibi- paylaşımlarına tanık oldum. Yıllar önceki o kırılma gününü yaşadım yeniden. Bırakamazsın,bırakmak yok dedim kendi kendime oracıkta. Kalktım bana mail atan arkadaşımı ziyarete gittim. Sana bir itirafta bulunmak istiyorum diye girdim söze ve yıllar önce ondan gelen mailin bendeki etkisinden söz ettim. Bilgece gülümsedi. Dostum sana bir örnek vermek istiyorum’araziye binlerce ağaç dikersin hepsi kurur,tam vazgeçecekken bir tanesi tohuma döner ve binlerce tohumun ve dahası binlerce fidanın olur’ dedi. Haklısın anladım dostum,zaten benim işim de bir deniz yıldızı kurtarmaktı dedim.
(*)DENİZ YILDIZILARINI KURTARMAK
Bilinen öyküdür: Okyanus kıyısında yürüyüş yapan bir turist, kumların üzerindeki deniz yıldızlarını denize atan birisini görür ve yanına yaklaşarak ne yaptığını sorar. adam, "deniz çekilince deniz yıldızları güneşte kuruyacaklar, onları denize atıyorum" der. Turist, "binlerce kilometre sahil, milyonlarca deniz yıldızı var, birkaç tanesini kurtarman neyi değiştirir?" diye sorar. Adam bir deniz yıldızını denize atar ve "onun yaşamı değişti" der.
Hedefinize Nasıl ulaşabilirsiniz?
Siz de pek çok insan gibiyseniz, yılın başında belirlediğiniz hedefleri rafa kaldırdınız. Ama size bir önerim var: Bu hedeflerin üstündeki tozu silin ve hemen bugün bunlara ulaşmak için çalışmaya başlayın. Zihninizi bulutlandıran hayal kırıklıklarından kurtulun ve sizin için anlamı olan bir hedefle ilgili olarak yeni bir başlangıç yapın. Belli temel adımları izlerseniz, hedefinize ulaşabilirsiniz! Başarı, planlamaktır. Ve bu plana göre hareket etmektir. Hedefiniz ister büyük, ister küçük olsun, bu, işe yarar. Hedefinizi onu uçurmaya yönelik zayıf bir girişime dayandırmayın. Çoğu insan, başarı hakkında düşünmeye ve okumaya ciddi zaman ayırır; ama bunun için planlama yapmaya gerekli zamanı ayırmaz. Diğerleri, planlama için çok zaman harcamalarına ve daha da, daha da planlama yapmalarına rağmen, eyleme geçmede başarısız olurlar. Ve ötekiler, her zaman eylem halindedirler; daldan dala, fikirden fikire atlarlar; ama asla o kadar düşünmez ya da plan yapmazlar. Bunların hiçbiri, hedeflerinize yaklaşmak için doğru yol değildir. Aksine, bu üç öge için biraz zaman ayırmak, daha iyi bir fikir olabilir. Ne istediğinizi düşünün. Bunun için plan yapın. Ve plana uygun hareket edin. Önümüzdeki 90 günde ulaşmak istediğiniz bir hedefi düşünün. Kilo vermek mi? Bir yarış için forma girmek mi? Hobinizi bir işe dönüştürmek mi? Kitabınıza başlamak ya da kitabınızı bitirmek mi? Ulaşmak istediğiniz hedefi belirleyin ve onun hakkında daha detaylı düşünün. Bu hedefe 30, 60 ya da 90 günde ulaşılabilir mi? Yoksa, daha uzun vadeli bir çaba mı gerekir? 30-90 gün arasında ulaşılabilecek bir hedef belirleyin. Bu kısa vadeli hedefe ulaşabileceğinize dair özgüveniniz oluştuktan sonra, canlanacak ve uzun vadeli hedefiniz ya da hayalinizle ilgilenmek için hazır olacaksınız.
Şimdi, bu fikirleri harekete geçirelim. Ne istediğinizi analiz edelim ve tanımlayalım. Bu hedefi neden istiyorsunuz? Bunu başarmanın sizin için anlamı nedir? Bununla birlikte yaşamınız nasıl değişecek? Sonra, bu hedefi tanımlama aşamasına geçin. Neyi başaracağınızı kendinize net olarak açıklayın. Yalnızca “İşimi büyütmek istiyorum,” demeyin. Bunun yerine, işinizi ne kadar ve hangi zaman aralığında büyüteceğinizi tanımlayın. Belki bu ay 5 yeni müşteri kazanacaksınız ya da geçen aya göre bu ay 100 birim daha fazla satış yapacaksınız. Ne yaparsanız yapın, hedefi rakamla belirtmenin bir yolunu bulun ve bir son tarih ekleyin. Şimdi, boşlukları doldurma zamanıdır. Bu hedefi nasıl yaşama geçirirsiniz? Son tarihten geriye doğru düşünün ve hedefinizi tamamlanmış bir işe dönüştürmek için yapılması gereken her şeyi gözden geçirin. Bütün detayları not edin. Ardından, listenizin üzerinden geçin ve notları bir plana dönüştürün. Eylem adımlarınızı ve her bir eyleme geçmek için son tarihleri plana dahil edin. Son olarak, planınızla ilgili olarak harekete geçin. Bu, yazdığınız her şeyi fiilen yapmanız gerektiği anlamına gelir! Bu durum, programınızı yeniden düzenlemeniz ya da yapılacaklar listenizdeki daha az önemli işleri çıkarmanız anlamına geliyorsa, bu ayarlamaları yapmanız gerekecektir. Bu adımların her biri başarınız açısından kritiktir. Başarıya üç aşamalı yaklaşımınız şöyle birşeydir:
1. Hedefinizi analiz edin ve tanımlayın. İsteğiniz nedir? Neden bu özel şeyi başarmak istiyorsunuz? Size ne yararı olacak? İsteği tanımlamak suretiyle hedefe dönüştürün. Neyi hangi zaman aralığında başaracağınızı rakamlarla belirterek hedefinizi tanımlayın.
2. Hedefinizi planlayın. Hedefinize ulaşmak için gerekli bütün adımlar hakkında beyin fırtınası yapın. Emin değilseniz, bir miktar araştırma yapın. Hedefiniz hakkında bilgi toplamak için online arama yapın. Bu alanda başarı göstermiş ya da hedefe ulaşma konusunda insanları yönlendiren ya da eğiten biriyle konuşun. Ardından, söz konusu beyin fırtınasının üzerinden geçin ve eylemleri düzenleyip son tarihleri tespit edin.
3. Planınıza göre hareket edin. Programınızı ayarlayın, yapılacaklar listenizi yeniden düzenleyin ve hedefinize zaman tanımanızı ve ilgi göstermenizi sağlayan günlük faaliyetlerinizdeki diğer değişiklikleri yapın. Planınıza göre hareket etmek, başka alanlarda bazı fedakârlıklar yapmak anlamına gelebilir. Bu adımları izlerseniz, isteklerinizi hedeflere, hedeflerinizi başarıya dönüştürebilirsiniz.
Sağlıkla ve mutlulukla kalmanız dileğiyle.
SADECE TENİSTEN ANLAYAN, TENİSTEN DE ANLAMAZ !
Söz aslında ünlü Arjantinli futbolcu ve teknik adam MENOTTI'ye ait :
Sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz.
Futbolun sadece futbol olmadığını anlatır. Bizde Amerikan futbolu bilinmez ama birçok Hollywood yapımı futbolun saha dışındaki yapısını, büyüklüğünü, ticaretini, entrikalarını
SADECE TENİSTEN ANLAYAN, TENİSTEN DE ANLAMAZ !
Söz aslında ünlü Arjantinli futbolcu ve teknik adam MENOTTI'ye ait :
Sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz.
Futbolun sadece futbol olmadığını anlatır. Bizde Amerikan futbolu bilinmez ama birçok Hollywood yapımı futbolun saha dışındaki yapısını, büyüklüğünü, ticaretini, entrikalarını pek güzel ortaya koyar.
Biz tenisi kortta karşılıklı topa vuran iki oyuncudan birisinin daha az hata yapıp kazandığı bir spor dalı olarak görüyoruz. Böyle bakınca da eğitim sistemimizdeki bozuk yapıyı tenis eğitimine de uyguluyoruz : Bizim eğitim sistemimizde bilginin tekrarı ölçülürken, dünyada bu bilginin nerede kullanılacağı üzerine bir yapı oluşturuluyor.
Tenis eğitimini çok tekrar üzerine kurarken mental güç ve oyun zekasını ıskalıyoruz. Bu yüzden robot oyuncular yetiştirmeye çalışıyoruz. Halbuki sorgulayan, hayal eden, oyun kurma becerisi olan insanlar yetiştirmediğimiz için böyle sporcularımız da olmuyor. Tek tip oyuncular ve tek tip insanlardan dünya sahnesinde başarı bekleyen garip bir yapımız var. Hepimiz tenisten anlıyoruz, her tenis konusu açıldığında söyleyecek bir sözümüz var. Bazılarımız herşeyin en iyisini bilip diğerlerini aşağılarken aslında bilgisizliğini maskeliyor. Çünkü hepimiz sadece tenisten anlıyoruz ama dünyanın farkında değiliz. Satranç oynamayı teşvik edip oyuncuların oyun zekasını geliştirmeyi kimse akıl etmiyor. Düzenli satranç oynayan (bilen değil) kaç tenis oyuncumuz var ? Kitap okuma alışkanlığı edinmiş kaç tenis oyuncumuz var ? Bulduğu her fırsatta tiyatroya giden oyuncu sayımız kaç ? Turnuva için gittiği ülkelerde fırsat bulduğunda o ülkenin tarihi ve kültürel dokusunu merak edip ilgilenen kaç oyuncu sayarsınız ?
Şimdi bu cümlelerdeki OYUNCU kelimesinin yerine ANTRENÖR koyup bir daha okuyun. İsterseniz kelimeyi federasyon başkanı ve yönetim kurulu, hatta tenis kulübü yöneticisi olarak da değiştirebilirsiniz.
Kortta gördüğümüz oyunun dışında bu sporun medyası, sponsoru, ticari ve endüstriyel yapısı olduğunu bilenler sadece tenisten anlamayanlardır. Bütün spor dallarında aynı şablon ufak değişikliklerle uygulanır.
Sadece tenisten anlayanlar, mesela Türk tenisi yararına kandırmacası altında federasyon yönetim kurulu üyesinin yüzlerce turnuvanın finansmanını nasıl yaptığını, federasyonun buna nasıl bir katkısı olduğunu ve nasıl bir mal beyanı olduğunu anlayamaz.
Sadece tenisten anlayanlar sorgulamaz çünkü birgün kendisine de pastadan bir pay düşeceğini düşünür.
Sadece tenisten anlayanlar, antreman yapıp korta çıkıldığını zanneder, hep destek tam destek bekler, sorgulansın istemez, yenmek de yenilmek de var sözünün arkasına saklanır, önemli olan katılmaktır der.
Sadece tenisten anlayanlar antreman programını uygular ve kazanmayı bekler, başarının ekstralarda gizli olduğunu bilmez, bilse de işine gelmez çünkü tembeldir.
Sadece tenisten anlayanlar antreman programını uygular, sonra özel ders kovalar çünkü maaşı yetersizdir, oyuncu başarılı olsa da olmasa da değişmez, primi yoktur ama eve ekmek götürmek gerektir.
Yani sadece tenisten anlayanların ülkesinde teniste başarı saman alevi gibidir, eğrisi doğrusuna denk gelirsedir.
Yani sadece tenisten anlayanların ülkesinde olursa olur, olmazsa olmaz derler ; günlük düşünürler, tarih bilmezler, bilim hiç bilmezler.
Sadece tenisten anlayanlar, kafasında binbir tilki dolaşanların gelir kaynağıdır, oyuncağıdır.
Sadece tenisten anlayanlar bu yazıyı sonuna kadar okumayanlardır !
M.YAYLALI